Efendimizin Doğumu


Efendimizin Doğumu

Allah Celle’nin ve meleklerin medhettiği, Rabbimizin, hayatı üzerine yemin ettiği[2], alemlere rahmet olarak gönderdiği, yüce ahlak sahibi, içimizden birisi, canımızdan daha sevimlisi[], bizi pek seven, üzerimize titreyen, şefkat ve merhamet dolu Efendimiz, uyarıcımız, müjdecimiz[8], en güzel örneğimiz, Allah’a davet eden nur yüzlü kandilimiz, Ademoğullarının önderi sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, Fil Vakası’ndan 50-55 gün kadar sonra Halil olan dedesi İbrahim’in kurduğu şehirde, Mekke-i Mükerreme’de dünyaya geldi.

Peygamberimiz pazartesi gecesi sabaha yakın bir saatte yeryüzüne teşrif etti.[12]Arkadaşlarından birisi pazartesi günü oruç tutmanın önemini sorduğunda Allah Rasulü şu cevabı vermiştir: ‘O gün benim doğduğum gün, vahyin bana inmeye başladığı gündür.’

Allah Rasulü genel kabule göre Rebiülevvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bununla birlikte Efendimizin doğum tarihini belirlemeye çalışan Mısırlı astronomi âlimi Mahmut Feleki, Peygamberimizin oğlu İbrahimin vefatı günü meydana gelen güneş tutulmasından hareketle 20 Nisan 571 (9 Rebiülevvel) tarihini tesbit etmiş, Muhammed Hamidullah ise Cahiliyye Arapları arasında uygulanmakta olan Nesi Takvimini dikkate alarak 17 Haziran 569 tarihine ulaşmıştır.[14]

Peygamberimizin doğumu sırasında Osman b. Ebi’l-As’ın annesi Fatıma binti Abdullah ve Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifa Hatun, Hz. Amine’nin yanında bulunmuş, yeryüzünün bu en kutlu doğumuna nezaret etme şerefine nail olmuşlardır.[15]

Allah Rasulünün doğduğu gece pek çok olağanüstü hadisenin gerçekleştiği rivayet edilmektedir. Buna göre İran hükümdarının sarayının on dört burcu yıkılmış, İranlıların taptıkları ve bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri sönmüş, Save gölü kurumuş, Semave nehri taşmış, Kabe’de bulunan putlar yüzüstü yere düşmüş, bir çok Yahudi ve Hristiyan âlimi o gece Ahmed aleyhiselamın yıldızının doğduğunu ifade etmiştir. Ancak bu hadiseler ilk dönem siyer ve hadis kaynaklarımızda yer almamakta olup, bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşılması gerekmektedir.[16]

Efendimizin babası Abdullah b. Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları koluna mensub olup daha evvel de zikrettiğimiz gibi ticari bir seyahatin dönüşü sırasında rahatsızlanmış ve oğlunu göremeden, yirmi beş yaşında Medine‘de vefat etmiştir. [17]Abdullahın babası; Mekke’nin bilge lideri Abdülmuttalib b. Haşim, annesi ise; Fatıma binti Amr’dır. [18]Peygamberimizin annesi; yine Kureyş kabilesinin önde gelen ailelerinden birisi olan Zühreoğullarının lideri Vehb b. Abdümenaf’ın kızı Amine’dir. Amine’nin annesi ise Berre binti Abüluzza’dır.[19]

Allah Rasulü, atası İbrahim Aleyhisselam’ın duası[20], kardeşi İsa Aleyhisselamın müjdesi[21]ve annesi Amine’nin rüyasıdır. Hz. Amine, hamileliği sırasında bir rüya görmüş; rüyasında kendisinden bir nur çıktığını, bu nurun aydınlığıyla Şam ve Busra saraylarını seyrettiğini ayrıca bir oğlunun olacağı müjdelenerek adını Muhammed ya da Ahmed koymasının tavsiye edildiğini söylemiştir.[22]

Efendimizin dünyaya gelmesi üzerine annesi Amine, Kureyş lideri Abdülmuttalib’e haber göndererek bir oğlunun olduğunu müjdelemiştir. Kabe’nin yanında Hicr’de bulunan Abdülmuttalib, oğullarıyla birlikte Muhammed aleyhisselamı görmeye gitmiş, Efendimizi kucağına alarak Kabe’ye götürmüş, çok sevdiği oğlu Abdullah’ın vefatından sonra kendisine bu erkek çocuğu nasib eden Allah’a şükretmiştir.[23]Amine, hamileliği esnasında yaşadığı olağanüstü halleri ve oğlunun adının Muhammed olması gerektiğini de Abdülmuttalib’e haber vermiştir.[24]

Efendimizin amcası Hz. Abbas yıllar sonra bu tatlı hadiseyi Müslümanlara anlatmış; annesi ile birlikte Aminenin yanına gittiklerini, Muhammed aleyhisselamın ayaklarını döşeğine vurduğunu bugün gibi hatırladığını ve kendisinin Efendimizi öptüğünü söylemiştir.[25]

Abdülmuttalib, sevgili torununun doğumunun yedinci gününde onu sünnet ettirmiş, kurbanlar kestirerek Mekke halkına ziyafet vermiş ve torununun adının Muhammed olduğunu ilan etmiştir. Kureyşliler, atalarının arasında Muhammed isimli bir kimsenin olmadığını hatırlatarak neden Muhammed ismini verdiğini sorduklarında ise onlara şu cevabı vermiştir: ‘Hem yerdekilerin hem de göktekilerin onu övmesini istedim.’[26]

Allah Rasulü şöyle buyurur: ‘Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im. Ben Mahi’yim. Allah, küfrü benimle yok edecektir. Ben Haşir’im. İnsanlar kıyamet günü benim peşimden dirileceklerdir. Ben Akıb’im. Benden sonra peygamber gelmeyecektir.’[27]

O, herkesin ve tüm peygamberlerin kendisine tabi olduğu Mukaffi’dir. O, rahmet ve tevbe peygamberidir. O; cihadın peygamberi, kıyamet günü enbiyanın önderi ve insanlığın şefaatçisidir.[28]

Allah Teala Kuran-ı Kerim’de, Efendimizi dört kez Muhammed ismiyle[29], bir kez de Ahmed ismiyle zikretmiştir.[30]Ahmed; hem Allahı en çok öven, hem de kullar arasında en çok övülen kimse anlamına gelir. Efendimizden önce hiç kimseye Ahmed ismi verilmemiştir.[31]

Bir ömür boyu Rabbini öven Efendimiz, geceleri gözyaşları içinde Rabbini zikreden, gündüz olduğunda Allah’ın dinini yüceltmek için kapı kapı dolaşan, savaş meydanlarında canını ortaya koyan sevgili Peygamberimiz; seni Allah Celle kitabında övmüş, Müslümanlar anne babalarından, çocuklarından daha çok seni sevmiş, senin davan için canlarından vazgeçmiştir. Ahmed ve Muhammed isimleri hiç kimseye senin kadar yakışmamıştır.

EğiL NesLihan Nur, EğiL..! Seninki Tesettür DeğiL..!


Yıllar önce, sadece bir dış kabuktan ibaret sandığın örtünmenin, yıllar sonra bugün, tek bir dış kabuktan ibaret olmadığını fark etmiş bulunuyorsun.

Şimdi, durduğun yerden kuşbakışı baktığın zaman, o dönemlerde neredeyse bir melâike olduğunu da, pek açık görebiliyorsun. Doğrusu, sen öğrenciyken, sana “Sizler melek gibisiniz!..” diyen teyzelere şaşardın, ama artık o şaşkınlığının yerini, pek acıklı bir kabul ediş aldı. Az-çok anlar gibi oldun, o sözün manâsını… Zîrâ uğradığın değişim ve içinde hissettiğin başkalaşma, “sana her an seni haykıran bir ayna” gibi…

Bir “itidal”, bir “orta yol” düşüncesinin ötesinde, şimdiki kabuğun hoşuna gidiyor ve zaten, daha fazlasını istemiyorsun. Tesettüründen bahsediyorum. Dış kabuğundan yani… “Kabuk içre kabuk” imiş gerçi tesettür… Sadece bir dış kabuk meselesi değilmiş… Ama önce gel, şu “dış kabuk” dediğin şeye bir bakalım:

O, ölçüleri pek net bir şekilde belirtilmiş olan, kıyafet kabuğudur. Nedir ölçü? Özetle şu: “Vücudunun biçimini ortaya sermeyecek”, “al beni ve gösteriş” olsun diye değil, “örtünmek ve Allâh’ın nîmeti üzerinde görünmek” olsun diye giyilecek… Kendisi hususunda “israfa düşülmeyecek”… “Hanımlarda eller ve yüz dışındaki tüm uzuvları; erkeklerde göbek ile diz kapağı arasını ille de örtecek…”

Sadece bu açıdan baktığında, belki iyi-kötü örtülü sayılabilirsin. Hakkını yememek gerek; saçlarını ve bedenini örtüyor, bol bir dış kıyafet giymeye çalışıyorsun. Her ne kadar, önceleri örttüğün o büyük eşarplar, artık çekmecende yoksa da, hiç değilse, çekmecende hâlâ orta boy eşarplar bulunuyor. Eee, beterin beteri var, değil mi? Pardesün hâlâ bileklerine kadar uzanıyor ve hâlâ hem ekonomik, hem de kaliteli bir pardesü almak için çıktığında, “tesettür giyim” mağazalarında boy gösteren, o yarım ya da uzun, ama daracık pardesüleri görünce üzülebiliyor, itiraz edebiliyorsun. Kısacası bu konuda hassasiyetlerin var ve şimdilik, dış kabuk hususunda çok da laçkalaşmış sayılmazsın.

Seni, cadde ve sokaklarda, mârifetmiş gibi her yanını teşhir ederek dolaşanlarla kıyaslamayacağım. Seni kıyaslayacağım kişiler, önce tesettürün hiç değilse “t”sinden haberdar olanlar… Sonra da tesettürü, takva boyutunda yaşayanlar… Sadece saçlarını kapamış, fakat tüm vücut hatlarını ortaya sererek dolaşıp durmakta olan, dış kabuğu var görünüp de, esâsen, hadîs-i şerîfteki “giyinik çıplaklar” zümresine dâhil olmuş bulunanlarla kıyaslandığında, iyi bir durumda sayılabilirsin. Ama üstâdın, “burnunun ucunu göstermekten hayâ eden” babaannesi ile kıyaslarsak seni, o vakit, vah bana!..

Şimdi gelelim iç kabuğa…

İç kabuk, düşüncelerinin, hayallerinin, duygularının kabuğudur… Şöyle düşün: Bir elmanın kabuğu, bir yönüyle dış kabuktur. Zîrâ elmanın içini oksitlenerek kararmaktan, dış tesirlere mâruz kalıp yıpranmaktan, kem gözlere ve kirli ellere muhatap olmaktan korur. Bir yönüyle de iç kabuktur ki, elmanın içinde kurt mu var, çürük mü var, yoksa elma pek leziz ve sağlıklı bir durumda mıdır, bunu gizler. 

O hâlde, iç kabuk dediğim şey, tamamıyla mücerret (soyut) bir durum. Yani ele gelir bir kabuk filan yok. Burada sorulabilecek sorular şunlar: Duygularının sütresi ne durumda?! Hayallerinin örtüsü ne vaziyette?! Sadece saçlarını ve tenini örtmekle mi kalıyorsun? Gönlünde taşıdığın kurtlu, çürük ya da pek leziz hislerinin perdesi ne âlemde? Öyle ki, bu perde sağlamsa, elbet sözünden, bakışından ve tavrından belli olur. Bu perdede yırtıklar ve özürler varsa, elbet, bu da hâline ve sözlerine yansır…

Şimdi, elini vicdanına koy ve dinle, ne diyor? Zira sokaklarda, dış kabuğuna bürünmüş, fakat iç kabuğu itibarıyla delik deşik, yırtık pırtık birçok insana bakarken, için hâlâ acıyor. Yani bu hususa dair de birtakım hassasiyetlerin var. Peki aynaya baktığında ne görüyorsun? Meryem gibi saf ve masum birini mi? Yoksa Züleyha gibi ihtiraslı ve taşkın birini mi? Yoksa ne Meryem, ne de Züleyha olmayan, fakat her ikisinden de biraz pay taşıyan, daha başka birini mi?

“Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem”, diye devam ediyordu hani üstad… Sen, neler gösterdin mahremin olmayana… Tamam, dış kabuğun idare eder belki, ama gönlünün örtüsünü kapalı tutabildin mi? Yoksa her içinden geçeni dile döküp söyleyerek, tesettürüne halel mi getirdin? Kaldı ki, söylemesen bile, sadece hissedişin dahî, perdelerin bir nevî açılması değil midir? Hemen burada, dışarıdan -pek takvâlı değilse de en azından- müslüman gibi görünen silüetini, kendi iç dünyanın, ne kadar tamamladığını sor kendine.

Caddelerde yürürken, vitrin camlarından gözüne çarpan görüntün, acı veriyor mu sana? Hiç, “Şu görüntümle insanları nasıl da kandırıyorum!.” hissine kapıldın mı? Hani seni herkesin, edepli, namuslu, hür, âbid, hattâ âşık ve ârif zannettiği ve senin aslında öyle olmadığını hissettiğin zamanların oldu mu? Bu zamanları yaşamanda, gönül perdenin yıpranmışlığı ne kadar etkili? Kendini ne kadar korudun? Kendini ne kadar gizledin? Söylesene!.. Hayallerini bedenin gibi düşün ve söyle! Allah korusun, açılıverecek olsa, utanır mısın? Ve bu utanç, bedeninden herhangi bir yer görünmüş gibi zor gelir mi sana? Hani Allah setretmese iç âlemini, de hele, yüzüne bakan, hürmet eden, lafını dinleyen kaç kişi kalır?

Bunları kendine sormalısın, çünkü tesettür, sadece dış kabuktan ibâret değil… Gözlerinin “günah şehrine bakan penceresindeki perde” ne durumda? Gönlünün, “mahremiyet sınırlarında sürdürdüğü savaş” ne âlemde? Fazla mı oldu bunca didikleyiş? Hayır! Sakın gözünde büyütme! Bunlar, senin kendine her daim sorman ve kendini aldatmadan cevaplaman gereken sorular. Zira nefsin, sırf saçlarını açıyor diye birilerini kınamaya dururken, hâlin, o kınadıklarından pek acıklı bir vaziyette… Sadece saçlarını açmış niceleri, senden çok daha tesettürlü olmasın?!. Sadece başörtüsü eksik olan, ama günde beş vakit namazını ihmal etmeyen kişi, elbette senden daha tesettürlü de olabilir… Ya da tek eksiği dış kabuk olup da, kalben senden daha temiz ve mâsum kimseler yok mu sanıyorsun?!

Bu arada, tesettür sadece hanımlara değil, erkeklere de farz… Elbette, yukarıda geçtiği üzere,  her birinde farklı ölçülerde… O hâlde senin şahsında, herkese soralım: Farz edelim sen bir elmasın… O pırıl pırıl yeşil kabuğunun içi, söyle, leziz ve tertemiz bir hâlde mi? Bir tane bile kurt, azıcık bile çürük yok mu sende? Ve eğer zarar görmüşse için, bu nice tesettür ki, seni korumamış? Hani, kişiyi kötülükten alıkoymayan namaz, namaz değildir de; insanın gönlünü oksitlenmekten, çürümekten, pislenmekten ve paslanmaktan alıkoymamış örtü,  acep örtü müdür?

Eğer, âyet-i kerîmede müjdelendiği üzere, “hür ve namuslu” biliniyorsan, aklına iyice yerleştir ki, bu ancak, Allah’ın sana bir lutfudur. Böyle bilinişin, hiç unutma ki, sen tesettürün hakkını verdiğin için değil, Cenâb-ı Hak, senin günah ve zaaflarını setretmek dilediği içindir… O hâlde, kabuk her zaman ziynete değil, bazen zillete de örtü ki, sığın, yalvar, duâlar et de, Rabbin, hiç açmasın, hiç aralamasın insanlara o perdeyi……

Şimdi… Özetle vaziyetini tekrar gözden geçirecek olursak: Sadece dış kabuğuna bürünmen, seni tesettürlü kılmaya yetmez. Gönlünü, beynini ve bunlarla beraber tüm uzuvlarını da harama karşı perdelemedikçe, seninki, mânâsını bulamamış bir “kabukluluk” hâli… Ya da, sadece aç-susuz kalmaktan ibâret avam orucu gibi, bu da bir “avam tesettürü”… Elbet o da hiç yoktan iyidir, ama neden daha güzeli varken bu kadarıyla yetinilir?

Meselenin bir de şu yönü var ki, âcilen dile getirmek gerek… İç kabukla birlikte olmak kaydıyla, dış kabuğun muhâfazası ve ondan ne olursa olsun vazgeçilmemesi, önemli bir şuurdur. Zira, hayat tarzın hâline gelmemiş, senden bir parça olmamışsa… Makam, mevki, para, diploma ya da sevgili (!) hatırına vazgeçebildiğin bir şekil olarak kalmışsa, pek yazık olmuş demektir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sözüne değer vermek, ancak değer verene kıymet katar… O’nun bir sözünü ciddiye almamak da, yine lakayt davranana zarar verir… Kâr-zarar hesapları kenarda dursun, sırf “O’nun bir emridir.” diye sımsıkı sarılıp vazgeçmemek ise, elbet “sevgili kul” olanlara has bir ayrıcalıktır.

O hâlde sen, kadın ol, erkek ol, kim olursan ol, hiçbir sebeple, hatta, o görüntüye lâyık bir iç dünya taşımadığını hissetsen bile örtünden tâviz verme! Dedim ya, kabuk sadece ziynete değil, zillete de perdedir ki, gönlünde zillet yaşıyor isen, hiç değilse bu kabukla, kendini ifşa etmekten ve çevrendekilerin senden zarar görmesinden korunursun. Anlayacağın, sadece seni çevreden değil, çevreyi de senden muhafaza eden bir kalkandır o…

Tüm bu yorumlar ışığında kendine bak… Ve tüm bu sözlerden sonra, gerekiyorsa kendini yeniden îmâr et… İhmal etme ki, zaten nice ihmâlin kurbanı oldun şimdiye kadar… Vicdanını dinle… O zaten sana doğruyu haykırıp duruyor… Kılıflar uydurma tavizlerine… Zira, vallahî, kılıfın dahî canı yanıyor…   

Olduğu gibi görünen, göründüğünden çok daha öte iyilik ve hayır içinde bulunan…  Görünen ve görünmeyen eksikleri, Rahmân’ın katından tamamlanan… Zırhı kavî olup düşmandan zarar görmeyen ve yine zırhı kavî olup, kimseler kendisinden zarara uğramayan ve uğramayacak olan bahtiyarlara katıl…

Lâkin, önce eğil… Çünkü, herkesin hüsn-ü zannı bir yana, senin vicdanın sana ne söylüyor, duyuyorsun… İşte tekrarlıyor bak, kalbinin sesine dikkat kesil! Eğil Neslihan Nur eğil!.. Seninki tesettür değil!..

Neslihan Nur Türk

Ah türkiyem Ah 2009 Geldi ve Hala Senle Oynanıyor Ocak 31, 2009


Ah türkiyem Ah 2009 Geldi ve Hala Senle Oynanıyor  Ocak 31, 2009

Ah türkiyem Ah 2009 Geldi ve Hala Senle Oynanıyor Biz osmanlıdan Nasıl bir Ülke TeslimAlmışız Meğer? Atatürkün İnşaa ettiği Aziz vatanım Ne günleride görecekmiş.. Yıllarca ülkemizde oynanan oyunlar, çizilen haritalar, hazırlanan planlar meğer ne kadar çokmuş ve örgütlenmiş kii; Bu örgütler içimizde ve herkezin güvendiği o bu şu..! Acaba diyoruz oda mı bunlardan budamı bu işe bakıyor? Türkiyem o kadar Güzel bir Ülke ki! Tüm milletin fantezilerini kabartan hayallerin, miğdesinde olmasını istediği üretim randımanının aslında full olan nimetlerin, Gelecekde bile uzuuuunca yıllar altyapı ve giderleri karşılayacaı maden yataklarının, coğrafi koşum (jeopolitik) yapısıyla harikamsı bir ülke ki diğerlerinin gözü başka kerkenezlerin leşkargası gibi tepemizde dolaşmaları mantıklı aslında. Amma .! Biz neden bunlar görmemezlikden geliyoruz? Alışveriş ederken yerli mal yerine ital malları yeyliyoruzz ( -Amannn bunun asiti yok Diğerini kullanamıyorum, İki günde kırılırlar vs.vs.vs) ve mazeretler üretiyoruz? Türk ulusunun birbirlerine ihanetini neden dünyaca kahkahalar ardında izlenmesine izin veriyoruz? Dün Davos zirvesinde Türkiye Cumhireti başbakanı Recep Tayyip Erdoğana yapılan saygısızlığı Tüm türkiyeye yapılan bir saygısızlık olarak neden algılamıyoruz? bir kaçı çıkmış “-Mızıkcı, Oyun bozan, Yakıştıramadık, terketmemeliydi, yapmamalıydı, etmemeliydi ” Gibi yakıştırılamayan cümleler sarfederken neleri hedefliyorlar? ekmeğe sürülecek beyni olmayan insnalar türkiyesini bu kadar mı savunuyorlar. gelin Görün bir milli maç olsun OOO herkez Türkiyem canım benim Türkiyem kanım benim Lay Lay lom.. silahlar tüfekler çatılarda bilmemnerelerde .! Dün orada olan hadise bizim için Galip geldiğimiz bir zafer değildir, Bu şekilde algılamayın. Tabiri Caiz se Bizim maçımız bizim gollerimizin Nerede olacağını sizler daha iyi biliyorsunuz bunu da yazacak değilim. Erdoğanın yerinde olsaydınız siz ne Yapardınız Okuyucu kardeşlerim ? Elinizde 14 lüyle Perezi başından vururdum diyenleriniz vardır heralde. yada tekme tokat moderatör olan Ermeni şerefsizini gebertene kadar döverdim diyenlerinzde vardır sanırım ama bunlar Uygar bir milletin yapmayacakları yapmaması gerektiği ve barbarlığa giren eylemler olduğundan başbakanın elinden gelenin en iyisini yaptığına inanıyorum. Bir resim güzel yapılabilir. Evet ama o resime rutuş olsaydı daha da güzel olabilirdi denen daha çok fikir de çıkar. Artık resim çizildi rutuş olsaydı olmasaydı tartışması ve yanlışlık doruluk kavgası sağcılık solculuk meselelerini aşmamız gerekir Mevzu türkiye oldukdan sonra.

Murat Aydemir.